Köyden New York’a Sanat! İlkokul Mezunu, 60 Yaşındaki Ödüllü Yönetmen Ümmiye Koçak

Paylaş

Hayallerimizin peşinden koşmaya ne yaş, ne de imkanlar engel olmasın!

1957 yılında Adana’da Çelemli Köyü’nde doğan Ümmiye Koçak, okumayı çok istemesine rağmen 10 kardeş oldukları için ilkokuldan sonra okula gönderilmedi. Ümmiye Koçak, ilkokulu bitirdikten sonra okuduğu kitaplarla kendisini geliştirdi. İlk okuduğu kitap Maksim Gorki’nin “Ana” adlı kitabı oldu. Evlendikten sonra Mersin’in Arslanköy’üne taşınan Koçak, köy kadınlarının yaşadıklarını tüm dünyaya göstermek için, 2001 yılında “Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu”nu kurdu. 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde galası yapılan filmi Ümmiye Koçak’a New York Avrasya Film Festivali’nde “Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı” ödülünü kazandırdı. 1 tiyatro oyunu yazdı. Koçak, Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu ile yaklaşık 500 kez sahneye çıktı ve oyunlarını Türkiye’nin dört bir yanında 30 bine yakın kişi izledi.




Yaş ve Başarı

Sanat eserleri yaratmış, bilim alanında büyük keşiflerde bulunmuş, şu ya da bu şekilde dünyaya şekil vermiş ve dünyayı harekete geçirmiş yaşlı olağanüstü insanlarımızın varlığı bizleri teselli etmektedir.Bu enerji dolu ihtiyarlardan birkaçını sıralarsak:
KristofKolomb, Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda, 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı.
Pasteur, kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı.

Mimar Sinan, Süleymaniye camisinin yapımını bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye camisini tamamladığında ise yaşı 86 olmuştu.

Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı

Sofokles, “OedipusRex”i 75 yaşındayken yazmıştı.

Gandhi, 78 yaşında öldürülünceye kadar, halkının hürriyet ve reform için yapmış olduğu mücadelede destekleyici ve harekete geçirici bir güç olarak hizmet verdi

Goethe, 83 yaşında, ölümünden kısa bir zaman önce Faust’un son kısmını tamamladı.

Freud, 83 yaşında “Musa ve Tektanrıcılık” adlı eserini yazdı.

Nobel ödüllü Alman Doktor Albert Schweitzer, 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak ameliyat yapıyordu.

Pablo Picasso, 91 yaşında ölünceye kadar verimli olarak resim yapmaya devam etti.

97 yaşında ölen ve nükleer silahların saçtığı dehşetten insanlığı kurtarma arayışını dramatize etmek için 89 yaşında hapishaneye girmeyi seçen Bertrand Russel, 80 yaşında Nobel Edebiyat Ödülünü alırken yaptığı konuşmada: “Fert olarak insan hayatı bir nehire benzemelidir. Başlangıçta küçük, kendi yatağını güç bela dolduran, eski kayaların ve çağlayanların arasından heyecanla geçen bir nehir gibi olmalıdır. Yavaş yavaş nehir daha geniş bir hal alır, kıyıları birbirinden uzaklaşır, sular çok daha sakin akmaya başlar ve sonunda, gözle görülebilir bir kopma olmaksızın denize karışır ve kendi benliklerini kaybederler” demektedir.

Cicero’ya yaşlılığında sorulan, “Üstad, yeniden gençliğe dönmek ister miydiniz?” sorusuna verdiği yanıt anlamlıdır: “Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”

John Hopkins Üniversitesi mezunları arasında yapılan bir ankette, “Yaşlanmak nasıl bir şeydir ?” sorusuna verilen, “Gittikçe küçülen bir adada yaşamak gibi bir şey…” yanıtı, ankete katılanlar arasında, en anlamlı yanıt olarak kabul görmüştür.

100 yaşına geldiğinde, ünlü ABD’ li komedyen George Burns’ e sormuşlar:
“Böyle fosur fosur puro içtiğini doktorun biliyor mu? Burns yanıt vermiş:Hayır… O öldü !”

Bilgelik ve deneyim sahibi olmak gibi yaşlılığa özgü niteliklere daha fazla ihtiyaç gösteren, dolayısıyla daha fazla değer veren kültürler vardır. Japon ressamı Hokusai tarafından son derece güzel bir şekilde dile getirilmiş olan böyle bir tavra rastlayabiliyoruz bu gibi kültürlerde: “Altı yaşından beri nesnelerin şeklini çizme konusunda çılgınca bir tutkum vardı. Elli yaşına geldiğimde, sayısız denecek kadar çok resim yapmıştım; ama yetmiş yaşımdan önce yapmış olduklarımın hiçbirini resimden saymıyorum. Yetmiş üç yaşımdayken tabiatın, hayvanların, bitkilerin, kuşların, balıkların ve böceklerin gerçek yapısı hakkında biraz bir şeyler öğrendim. Bunun sonucu olarak da, seksenime geldiğim zaman daha fazla ilerlemiş olacağım; doksanımda nesnelerin sırrına ulaşabileceğim; yüz yaşına geldiğim zaman, şüphesiz olağanüstü bir aşamaya ulaşmış olacağım; yüz on yaşına geldiğim zaman ise, yaptığım her şey, ister bir nokta, isterse çizgi olsun, canlı olacak”.

Porto Riko’nun Ceiba Kasabası, büyük çellocu Pablo Casals’ın 1973’teki ölümünden önce son yirmi yılını geçirdiği yerdir. Çocukken annesinin verdiği yıpranmış bir kopyadan Bach’ın çello süitlerini çalışmak dışında çok az şey yapan Casals, adını duyan ünlü bir besteci tarafından İspanyol kraliyet ailesi için çalmak üzere davet edildikten sonra kariyerinde hızla yükseldi. 23 yaşındayken Kraliçe Victoria için, 85 yaşındayken Başkan Kennedy için Beyaz Saray’da çaldı.Aradaki altmış yıl, müzik dünyasında uzun bir kreşendo oldu. İspanya’da öyle çok sevildi ki, kralın karşısında çalarken dinleyiciler kraliyet locasını işaret edip, “Bu bizim kralımız, ama Pablo bizim imparatorumuz!” diye bağırdılar. 93 yaşındayken bir gün, bir komşusu neden her gün üç saat çello çalışmaya devam ettiğini sordu. Casals, “Belli bir ilerleme görmeye başladım… Bu konuda daha iyi olduğumu fark ediyorum,” diye yanıtladı.Pablo Casals, 97 yaşında yayını elinden son kez bırakana kadar müziğe hiçbir zaman ara vermedi. Uzun yaşamının sonlarına doğru, insanlar ona neden yavaşlamadığını sorduğunda, “Emekli olmak ölmektir,” derdi.

 

Köyden New York’a Sanat | Ümmiye KOÇAK | TEDxYouth@ATA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!